6 Şubat depremleri hepimizi çok sarstı. Elimizden geldiğince deprem mağdurlarına yardım etme çabası içindeyiz. Tüm bu seferberlik haline eşlik eden ortak duygularımız var; üzüntü, çaresizlik, korku, suçluluk, öfke bunlardan belki de en önde gelenleri. Kitlesel bir travma yaşıyoruz.
Travmayı bizzat yaşamış olmak ruh sağlığının bozulması açısından bir risk oluşturur. Ama ben bu yazıda deprem bölgesinde bulunmayan, bir yakınını kaybetmemiş, fakat orada yaşananlara uzaktan da olsa şahitlik yapan kişilerin ruh sağlıkları üzerinde durmak istiyorum. Yani dolaylı travma yaşayanlardan, aklına mukayyet olmak için dua edenlerden, deprem bölgesindeki insanların zorlu yaşam koşullarını düşünerek, kendisi sıcacık yatağında olduğu için suçlu hissederek uyuyamayanlardan, içtiği bir bardak çaydan utananlardan, televizyonlarda, sosyal medyada haberlerin başından ayrılamayanlardan…
Bu süreçte belirgin psikolojik zorlanmalar yaşayanlarımızda görünen ruhsal belirtileri tanıtmayı ve bu belirtileri azaltmak için önerilerde bulunmayı da amaçlıyorum.
Zira, başkalarının başına gelen travmatik olaylara tanıklık etmek, travmatik olayların bir yakınının başına geldiğini öğrenmek, sosyal ve görsel medya aracılığıyla travmatik olayın detaylarına tekrar tekrar maruz kalmak dolaylı yoldan travmaya maruz kalma şekilleridir. Bunlara maruz kalan kişilerde de akut stres reaksiyonu belirtileri görülebilir, uzun vadede travma sonrası stres bozukluğu ortaya çıkabilir. İlgili literatürde hayatta kalma sendromu veya sağ kalma suçluluğu (survivor’s guilt) denen klinik tablo da bu zor günlerimizde dikkat etmemiz ve kendimizi korumamız gereken bir durum.
Psikiyatrik açıdan travma nedir?
Psikiyatrik bir bozukluk olan Travma Sonrası Stres Bozukluğunun gelişmesine neden olan travmalar kişinin beden bütünlüğünün tehdit altına girdiği, ölümle burun buruna geldiği, kişiyi dehşete düşüren ve çaresiz bırakan, böyle bir olayı deneyimleyen herkes için büyük bir sıkıntı kaynağı olabilecek olaylardır. Bu tarz travmalar, insan eliyle istemli olarak oluşturulan travmalar (tecavüz, işkence, savaş, fiziksel şiddet gibi), insan eliyle istemsiz oluşturulan travmalar (araç içi ve araç dışı kazalar, iş kazaları gibi) ve doğal afetler (deprem, sel baskınları, orman yangınları gibi) olarak üç temel başlık altında sınıflandırılır. Yaşadığımız deprem de geniş bir topluluğu etkilemesi açısından kitlesel travma tanımı içerisine giriyor.
Kitlesel travmalardan ruh sağlığımız nasıl etkilenir?
Deprem gibi travmalar sonucunda ortaya çıkan ruhsal belirtiler dört ana başlık altında toplanabilir:
– Tekrar yaşantılama belirtileri
– Kaçınma belirtileri
– Düşüncelerde ve duygulanımda belirgin değişiklikler
– Aşırı uyarılmışlık belirtileri
Şimdi bu dört küme belirtiyi yaşadığımız deprem deneyimi üzerinden açıklayayım.
Tekrar yaşantılama belirtileri
Kişinin depremle ilgili izlediği görüntüler, resimler, videolar sürekli gözünün önüne gelir, aklından bir türlü çıkmaz. Sürekli depremle ilgili düşünür, düşüncelerini deprem deneyiminden uzaklaştıramaz. Gece kabuslarında depremle ilgili olayları görür. Özellikle geçmişlerinde depremi bizzat deneyimlemiş olan kişiler veya deprem açısından yüksek riskli bölgelerde yaşayan kişiler sanki deprem oluyormuş gibi hissedip korkuya kapılabilirler.
Kaçınma belirtileri
Kişi depremle ilgili herhangi bir haber duymak, izlemek, görmekten kaçınır. Depremle ilgili konuşmak istemez. Deprem yokmuş, olmamış gibi davranabilir. Bu durumun depremi veya deprem mağdurlarını düşünmemekle, onlara üzülmemekle bir ilgisi yoktur. Kişi depremi düşündükçe ve konuştukça o kadar derin bir acı hissediyordur ki, bu acıdan kaçmak ister. Depremin kendi yaşadığı bölgede de olabileceği korkusu varsa binalara girmekten de kaçınabilir.
Düşüncelerde ve duygulanımda belirgin değişiklikler
Kişinin zihni adeta “sisli” gibidir; düşüncelerini belirli bir noktaya odaklamakta zorlanabilir. Zaman zaman birkaç dakika süren dalmaları olabilir. Zihni bomboşmuş veya tam tersi çok doluymuş gibi hissedebilir. Depremle ve deprem mağdurları ilgili süreğen ve rahatsızlık verici düşünceler zihnine üşüşebilir.
Kendisi, başkaları ve dünya ile ilgili olarak, sürekli ve abartılı olumsuz düşünceler ve beklentiler ortaya çıkabilir. Örneğin; insanlar deprem bölgesinde o kadar acı çekerken kendisinin sıcacık evinde rahat içinde yaşıyor olmasını kendi bencilliği gibi görebilir. Bu tarz düşünceler, birazdan da bahsedeceğim sağ kalanın suçluluğu tablosuna yol açabilir.
Bu tarz kitlesel travmalar kişinin başkalarına, ilahi adalete, kendisini koruması gerekirken koruyamamış olduğunu düşündüğü kurum ve kuruluşlara karşı güven duygusunda zedelenmeye yol açabilir. Dünya tehlikeli ve adaletsiz bir yerdir. Kimse onu korumamıştır. Bu durum varoluşsal sorgulamaları, başkalarını suçlamayı ve diğer insanlara karşı öfkeyi beraberinde getirebilir. Sonuçta kişi kendini insanlardan uzaklaştırabilir, kendi kabuğuna çekilebilir, insanlara yabancılaştığı hissine kapılabilir. Sosyal izolasyon travmadan iyileşmeyi geciktiren önemli bir risk etkenidir.
Özellikle deprem görüntülerini evlerinden izleyen insanlarda yoğun şekilde yaşanan duygulardan biri de çaresizliktir. Orada bulunan, acı çeken, kurtarılmayı bekleyen, zorlu hava şartları altında hayatta kalma mücadelesi veren insanlara yardım edemiyor olmanın verdiği çaresizlik duygusu suçluluk duygusuna katkıda bulunabilir. Bu duyguların hepsi travmanın kişinin üzerine yapışmasına neden olarak travma sonrası stres bozukluğu gelişmesine zemin oluşturabilir.
Aşırı uyarılmışlık belirtileri: Öfke, korku, suçluluk
Kişi izlediği deprem görüntüleri nedeniyle uykuya dalmakta ve uykuyu sürdürmekte zorluk çekebilir. Özellikle bu depremin mağdurlarının gece uykularındayken depreme yakalanmış olması uyumakla ilgili korkulara neden olabilir. Kişi zihnini bir türlü sakinleştiremediği, yüreğindeki acıyı dindiremediği için de uykusu bozulabilir. Ayrıca deprem bölgesindeki insanların zorlu yaşam koşullarını düşünerek, kendisi sıcacık yatağında olduğu için sağ kalanın suçluluğu nedeniyle de uykuya dalamayabilir.
Kişi kendisini her zaman olduğundan daha tahammülsüz ve sinirli hissedebilir. Enkaz altında kalan ve kurtarılamayan insanların sayısı arttıkça bu toplumsal öfkenin daha da artacağını tahmin etmek mümkün. Öfke çoğunlukla ikincil bir duygudur. Altta yatan birçok birikmiş duygunun kendini dışa vurma şeklidir. Özellikle üzüntü, çaresizlik, hayal kırıklığı, haksızlık, yetersizlik, değersizlik gibi duygular biriktikçe bir süre sonra öfke olarak patlar.
Bir diğer aşırı uyarılmışlık belirtisi sürekli tetikte olma halidir. Kişi her an kötü bir şey olacak, kötü bir haber alınacak gibi tetikte hisseder, bir türlü gevşeyemez. Ufak bir sese, dokunuşa, hisse yoğun bir irkilme tepkisi verebilir. Özellikle depremi andıran bir dış uyaran olduğunda (örneğin; sokaktan gürültülü bir kamyon geçmesi, camların sarsılmasına neden olan bir rüzgâr gibi) kişi sanki deprem oluyormuş gibi bir aşırı irkilme tepkileri verebilir.
Sağ kalanın suçluluğu nedir? Neden ortaya çıkar?
Birçok insanın hayatını kaybettiği durumlarda kurtulanlar tarafından hissedilen suçluluk duygusuna sağ kalanın suçluluğu adı verilir. Bu durum travmanın ortaya çıkmasına neden kişinin suçlu hissetmesinden, örneğin araç kullanırken yoldan geçen bir yayaya çarparak ölümüne neden olan bir kişide ortaya çıkan suçluluk duygusundan farklıdır. Sağ kalanın suçluluğunda kişinin travmanın ortaya çıkmasında herhangi bir katkısı yoktur. Bu, daha varoluşsal bir duygudur. Şu üç durumda ortaya çıkabilir:3
– Travmaya birçok kişi maruz kalmış, birçok kişi kurtulmuş, ama hayatta kalan kişiler de olmuştur. Örneğin; deprem bölgesinde göçük altında kaldığı halde ölmemiş olan kişilerde yaşanacak suçluluk duygusu, böyle bir suçluluktur. Kişi “neden onlar öldü, ben sağ kaldım” sorusunu zihninde çevirip durur. Bu soruya doğal olarak bir cevap bulamaz, ama bu soruyu zihninde çevirmekten de kendini alıkoyamaz. Bu ısrarlı düşüncelere “bilişsel geviş getirme” (rumination) denir ve kişinin daha da fazla suçlu hissetmesine neden olan zihinsel bir süreçtir.
– Özellikle başkalarının başına gelen travmatik bir olayı öngörebileceğine ve dolayısıyla önleyebileceğine dair sorumluluk duygusu olan kişilerde sağ kalanın suçluluğu durumu ortaya çıkabilir. Örneğin; ailesiyle İstanbul’da keyifli vakit geçiren biri, aileyi yaşadıkları yer olan Kahramanmaraş’a yolladıktan birkaç gün sonra deprem gerçekleşti ve ailesi depremde vefat etti diyelim. Geride kalan kişide “onları neden yolladım, biraz daha kalmaları konusunda ısrar etmiş olsaydım ölmeyeceklerdi” şeklinde bir suçluluk ortaya çıkabilir. Kişi, gerçekte olayı öngöremeyeceğini bilmesine rağmen “niye onları yolladım” düşüncesini bilişsel geviş getirme şeklinde düşünüp durur.
– Sağ kalanın suçluluğu bazen herhangi bir sorumluluk algısı olmadan da ortaya çıkabilir. Kişi olayın ortaya çıkmasında veya diğerlerinin ölmesinde kendisinin bir sorumluluğu olmadığını bildiği halde kendini suçlu hissedebilir. Örneğin; deprem bölgesinde bulunmayan, depremde herhangi bir yakınını kaybetmemiş olan, fakat evinden depremi izlerken yoğun bir suçluluk hisseden kişilerde bu tip sağ kalanın suçluluğu söz konusudur. Bu suçluluğun çoğunlukla daha vicdani, ahlaki bir yanı vardır. Kişinin adil ve etik bir dünya algısı sarsılmıştır. Dünyanın zaman zaman adaletsiz, insafsız, acımasız bir yer olduğu gerçeği kişiye bir tokat gibi gelmiştir. Kişi sanki dünya başkalarına karşı adaletsiz davranırken onları (tesadüfen) es geçmiş gibi hisseder. Bu sefer bilişsel geviş getirmenin iki temel konusu olur: (1) Neden onlar da ben değil? (2) Ya bir sonraki sefer rastgele şanssız olarak seçilen ben olursam? Bu tarz suçlulukta kişi adeta suçlu hissederek hayatta kalmış olmanın bedelini ödemeye çalışır; kendince dünyanın sağlayamadığı adaleti kendi sağlamak ister.
Altta yatan neden ne olursa olsun sağ kalanın suçluluk duygusu travmanın dolaylı yoldan da olsa yoğun bir şekilde yaşanmasına ve hatta travma sonrası stres bozukluğu gibi majör bir psikiyatrik hastalık olarak kişinin üzerine yapışmasına neden olabilir. Bu nedenle önemsenmeli ve erkenden bazı önlemler alınarak giderilmelidir.
Uz. Dr. Erkut Zamkı
Psikiyatri Uzmanı